Erzincan’ı Erzincan yapan nedir? diye sorduğumuzda elbette modern çağımızın bize kazandırdığı üretim merkezleri, sosyal alanlar, yaşam alanları, mekanlar gibi bir çok şehir tipolojisi aklımıza gelir. Ancak bir tarihi miras olarak Erzincan’a baktığımızda geçmişin coğrafik, kültürel ve sevgi bağını anlatılan hikâyelerde bir şeyler görmek mümkün. Bunlardan biri Mavi Yerzınga. Ermeni ve Türk mahallelelerinin birleştiği merkezde İpek Yolu’nun önemli noktalarından biri olmuş ve Yerzınga Ortaçağ’dan itibaren büyük bir ticaret ve zanaat merkezi haline gelmiş. Mavi Yerzınga hikâyesi ise Ermeni Yazar Noraryr Adalyan’ın anlatısında tarihin bir köşesinde bize Erzincan’ın eski, bilge ve canlı ruhunu anlatıyor.

Hikâyenin kimi yerinde Erzincan Yerzınga ya da Yerevan olarak geçiyor. Beşinci yüzyılın son çeyreğinde başlayan Ortaçağ’ın Onbeşinci yüzyıla kadar yüzyıllar süren mazisi maalesef hikâyede anlatıldığı gibi bir yaşam merkezi halinde devam etmiyor. Savaşlar, işgaller ve türlü türlü acılar Erzincanlıların ruh halinde geçmişe kısık ve buruk gözlerle bakmasına sebep oluyor. Ah keşke bugünde böyle olsaydı der miyiz? Bilinmez. Ama hikâyedeki gibi o peynirin, o soğanın, o lebleninin kokusunu duymak, dolambaçlı sokaklarından yürüyüp soğuk ibriğinden su içmek ya da gözlerini kapatıp o bakirliği, temizliği, dostluğu ve birlikteliği yaşamak insanın içinden geçmiyor değil.

Peki, hikâyeden bir kesit verelim o zaman; “Yerzınga’nın Ermeni ve Türk mahalleleri arasında bulunan Kantarya Çarşısına kısa yoldan vardı. -Leblebiciler işte burada,- hatırladı yaşlı adam, fakat bu hatırlama yüksek sesle çıktı. Üç kişi miydiler, yoksa dört mü? Her biri kendi leblebisini kavuruyordu, ne harika leblebiydi, ağzında eriyordu, hafif, yumuşak bir şeker tadı kalıyordu ağzında... Yaşlı adamın hafızasında bu anı erken saatteki bir ışık gibi taze ve parlaktı. Her öğlen Kilise meydanında fırıncı olan babası Garabed ağaya yiyecek götürürdü. Elinde, sulu yemek dışında, babasının eksik olmaları takdirde yemeğe başlayamadığı soğan ve peynirin de olduğu çiçekli mendilden bir paket, Sarkis efendilerin ağaçlı sokağından geçip, S. Pırgiç kilisesi yakınında bulunan çeşmeden soğuk su içiyor, daha sonra soldaki dar, dolambaşlı sokağa girip, bir avluda zincirli bulunan köpeğe taş atıyor ve hiç durmadan, kudurmuş köpeğin havlamaları kulağında, fırının kapısına kadar koşuyordu. Tabureye oturmuş, soğuk ibrikten sık sık bir yudum alan babası sakin ve yorgunbir halde yemeğini yiyordu, kendisi ise onu seyrediyor ve hemen büyümek, babası gibi sakal ve bıyık bırakmak ve fırıncı olmayı hayal ediyordu. Garabed ağa yemeğini bitirip, bazen oğluna bir metelik veriyor, kucaklıyor ve yukarı kaldırıp alnını, gözlerini, burnunu öpüyor ve güvercin gibi serbest bırakıyordu onu: “Uç, canın ne istiyorsa al bakalım”. Çarşıya girdiğinde, iştah açıcı kokular, canlı renkler, heyecanlı sesler onun çocuk ruhunu mutlu ediyor ve yanına çağırıyordu. Fakat o siyah gözlüğü ve uzun sakalı olan Rum’un yanına gidiyor. “Bizim leblebiden al,- diyor ve gülüyordu Ermeniler,- bu bir hayinliktir”.

Buna karşı leblebiyi Rumdan alıyordu, çünkü (yaşlı adamın göğsünden mutluluk barındıran bir iç çekmesi yükseldi) onun leblebisi büyü gibiydi. Sanki hiç leblebi gibi değildi, başka bir şeydi; dikkatlice dilinin ucuna koymalı, gözlerini kapatmalı ve onun tatlı kokusuyla kalmalıydın.”

Ne tarih ama! Meşhur, büyük, canlı ve kasvetli bir Erzincan var. Elbette tarih araştırmacıları bu hikâyelerden ve dönemi anlatan resimlerden o dönemin Erzincan’ı hakkında bizlere eşsiz bilgiler veriyor. Ne mutlu bize ki Erzincanlıyız, birlikte ve halen tarihi değerlerimize sahip çıkıyoruz.

Muhabir: Çiğdem Turan