Dijitalleşmenin altın çağını yaşadığımız bu günlerde, bilgiye ulaşmak hiç olmadığı kadar kolay.
Birkaç tıkla dünyanın önde gelen üniversitelerinin kütüphanelerine erişebiliyor, saatler süren araştırmaları saniyeler içinde önümüze seren yapay zekâ araçlarını kullanabiliyoruz. Ancak bu bolluk paradoksal bir durumu da beraberinde getiriyor: Bilgiye ulaşmak kolaylaştıkça, onu gerçekten içselleştirmek zorlaşıyor.
Bugün yapay zekâdan söz açıldığında, genellikle akla robotların insanlığı ele geçirdiği bilim kurgu senaryoları geliyor. Oysa benim gördüğüm asıl tehdit çok daha sessiz ve derinden ilerliyor: Düşünebilen, hayal kurabilen, sorgulayabilen insan kimliğinin yavaş yavaş silinmesi. Yapay zekâ, bu temel insanî işlevleri üstlendikçe, bizler de adım adım oyunun dışında kalıyoruz. Aktif bir özne olmaktan çıkıp pasif bir izleyiciye dönüşüyoruz.
Eskiden bir fikir üretmek için saatlerce kitap karıştırır, deney yapar, arkadaşlarımızla uzun uzun tartışmalar yürütürdük. Bugün ise çoğu zaman zihnimizi çalıştırmadan doğrudan yapay zekâya soruyoruz. Bu zihinsel süreçleri atlamamız, düşünce kaslarımızın körelmesine yol açıyor.
Bunun güncel ve çarpıcı bir örneğini navigasyon uygulamalarında görebiliriz. Eskiden yol sormayı, harita okumayı, yön bulmayı öğrenirdik. Şimdi ise çoğu insan aynı şehirde bile ezbere bir rota çizemiyor. Çünkü tüm kararları bizim yerimize bir uygulama veriyor. Zamanla bu kolaylıklar birer bağımlılığa, ardından da beceri kaybına dönüşüyor. Aynı süreç bugün zihinsel yetilerimiz için de geçerli: Hızlı ve kolay çözümlere alıştıkça, derin düşünme becerilerimizi yitiriyoruz.
“Yatan zekâ” dediğim kavram işte bu noktada ortaya çıkıyor. Fiziksel olarak aktif olup dijital araçlarla meşgul olan ama zihinsel anlamda pasifleşmiş bireyler, yani düşünme ve üretme işlevini gönüllü olarak terk eden insanlar. Zekâmız çalışıyor gibi görünüyor ama gerçekte yerinde sayıyor. Bu, çağımızın en büyük illüzyonlarından biri.
Satranç örneği bu durumu çok güzel açıklıyor. Bir dönem insan zekâsının zirvesi olarak kabul edilen bu oyunda, 1997’de IBM’in Deep Blue adlı bilgisayarı Garry Kasparov’u yendiğinde, makinenin zekâda da üstün olabileceği ortaya çıkmıştı. Ancak Kasparov bu yenilgiden yılmadı; insan ve makinenin birlikte daha güçlü olabileceğini savundu. Gerçekten de bugün en başarılı satranç oyuncuları sadece yapay zekâya değil, aynı zamanda kendi sezgilerine, yaratıcılıklarına ve deneyimlerine de güveniyorlar. Çünkü hâlâ hiçbir yapay zekâ, insanın duygularını ve sezgisel zekâsını tam anlamıyla kopyalayamıyor.
Bu noktada insanlık olarak kritik bir karar vermeliyiz: Kendimizi tamamen yapay zekânın akışına mı bırakacağız, yoksa onu kendi potansiyelimizi geliştirmek için bir araç olarak mı kullanacağız?
Ünlü düşünür İbn Haldun, “İnsan, alışkanlıklarının çocuğudur” der. Eğer alışkanlıklarımız sorgulamamak, üretmemek ve hazır bilgiye bağımlı kalmak yönünde şekillenirse, zihinlerimiz paslanır. Oysa Mevlânâ bize şöyle seslenir: “Aklını başkasının cebine koyma.” Bu çağda en çok ihtiyaç duyduğumuz şey, işte bu uyarılardır.
Düşünmek, insanın en kıymetli yeteneğidir. Hayal kurmak, bizi sıradanlıktan çıkarır. Üretmek, varlığımıza iz bırakır. Gelişmek ise insan olmanın özüdür. Yapay zekâyı bir baston olarak değil, bir sıçrama tahtası olarak görmeliyiz. O bize hız katabilir, destek olabilir; ama yönü ve hedefi belirleyecek olan yine biz olmalıyız.
Unutmayalım, insan ruhu hâlâ en güçlü yenilik kaynağıdır. Bu kaynak beslendikçe, hiçbir yapay zekâ insan yaratıcılığının gerçek derinliğine ulaşamaz.
O hâlde şimdi, yeniden düşünmeye, yeniden üretmeye ve yeniden hayal etmeye başlayalım.